İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi
“Dünyaya bir daha gelsen ne olmak istersin?”
“Ağaç olmak isterim öğretmenim. Yapraklarım dökülse de bir ağaç gibi her yıl yeniden doğmak isterim.”
Çocukluğuma dair olan bu anı, bir gün Mina’nın Çocukları projesinde aldığımız eğitimlerden birinde izlediğim ve ağaçları konu alan bir videoyla tekrar günyüzüne çıkmıştı. Ağaçlar birbirinden bağımsız görünseler de aslında toprağın altında oluşturdukları iletişim ağı sayesinde diğer ağaçların eksikliklerinden, karşı karşıya kaldıkları tehlikelerden haberdar oluyorlarmış. Bir ağacın eksikliğini tamamlamak için kolektif bir çabaya giriyorlar ve birbirlerini bu şekilde tamamlıyorlarmış.
Bu videoyu ilk izlediğimde ağaçların derin dünyasına şaşırmış ve hayran kalmıştım. Aylar sonra, projede bir çocuğa ablalık yaptıktan ve onunla güzel anılar biriktirdikten sonra video tekrardan geldi aklıma. Fakat bu kez hayranlığım sadece ağaçlara değildi, hayranlığım bizeydi.
Uzaktan bakıldığında biz, ablalık yaptığımız çocuklarla aynı gökyüzünü paylaşan birbirinden bağımsız ağaçlarız sadece. Fakat derine inildiğinde bu bağımsızlık yerini, birbirine sıkı sıkıya bağlı ve kilometrelerce uzanan bir sevgi ağına bırakıyor. Biz; aynı gökyüzünü paylaştığımız kadar, aynı toprağı paylaştığımızın da farkındayız. Ve biliyoruz ki birimizin toprağı eksik kalırsa, birimizin toprağı susuz, sevgisiz ve ışıksız bırakılırsa bu eksiklik hepimizindir.
Bu nedenle köklerimize iniyoruz ve büyüdüğümüz topraklarda, daha güzel parlayabilmek için sevgiyi ve hak ettiği değerin verilmesini bekleyen çocuklara ellerimizi uzatıyoruz. Bu ağ sayesinde onlar biliyor ki uzakta da olsa, onların her daim yanlarında olan, onları çok seven ablaları var ve hep var olmaya devam edecek.
Benim projeyi yürüttüğüm kardeşim de o çocuklardan biri. Adı Gülsüm. Onu bulmam hem çok zor hem de çok kolay oldu. Zor oldu çünkü maalesef büyüdüğüm çevrede hayata çok geriden başlayan onlarca çocuk vardı. Kolay oldu çünkü Gülsüm’ün gözlerindeki ışığı ilk gördüğümde projede yol arkadaşımın o olacağını anlamıştım. Annesi o 5 yaşındayken onu ve 6 yaşındaki abisini terk etmiş. Babasıysa çok yaşlı olduğu için onlara bakamamış ve Gülsüm’ü Mersin’deki üvey ablasının yanına abisini ise İstanbul’daki üvey abisine emanet etmiş.
Onu görmeden önce umutsuz ve içine kapanık bir çocukla karşılaşacağımı düşünmüştüm karşılaştığım çocuk beklediğimden çok daha farklı, kendini inanılmaz şekilde geliştirmiş bir çocuktu. O, hayatın zorlukları karşısında hayata umutla ve güler bir yüzle bakan kocaman bir kalbe sahip 10 yaşında küçük bir çocuktu. Onunla vakit geçirdikçe güzel kalbi beni daha çok etkiledi. Onunla birlikte oyunlar oynadık, resim çizdik, toprağımıza fidan ektik, kitap okuduk, gezdik, sohbet ettik, film izledik ve en önemlisi de sevginin paylaştıkça çoğaldığını öğrendik ve birbirimize bol bol sevgi verdik. Bu kısa sürede umduğumdan çok daha derinlere inen bir bağ oldu Gülsüm’le aramızda. Öyle ki birlikte çok güzel zaman geçirdiğimiz bir günün ardından sahile gidip kitap okumuş sonrasında sahil yürüyüşüne çıkmıştık ve orada birbirine sarılıp ağlayan iki kadın görmüştük. Gülsüm’ün bana dönüp söylediği şu sözler hala zihnimde yankılanır: “Revşan abla, burada bazı insanlar birbirleriyle acılarını paylaşıyor, bazıları da sevinçlerini. Ben de bugün burada seninle en güzel günümü paylaşıyorum.” Kahkahalarla geçen günün ardından gözlerimde mutluluk gözyaşlarıyla ona sımsıkı sarılmıştım.
O an, yıllar önce ağaç olmak istediğini söyleyen içimdeki küçük çocuğa dönüp demiştim ki: “İşte şu an bir ağaç gibi hissediyorsun!” Bir ağaç gibi hissedebilmek… Nazım’ın da dediği gibi: “Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.”